Kelebeğin Rüyası

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi Kelebeğin Rüyası gösterime girdiğinden bu yana beklediği ilgiyi görmese de eleştirmenlerin gündemine oturdu. Bu filmden bahsedeceğim ama merak etmeyin, filmdeki sürprizleri bozmayacağım.

Filmin iddialı bir yapım olduğu kesin. Yılmaz Erdoğan teknik yapımda hiçbir masraftan kaçınmamış olmalı ki filmde dönem filmi olarak o zamanın binalarını, kıyafetlerini, görselliğini mükemmel vermişler.

Arkaplan müziğini de muhtemelen Hollywood’da yaptırmış; ki o müzik de filme epey bir akıcılık getiriyor. Ayrıca fragman, kurgu vs. pek çok işlemin Hollywood’da yapıldığı söyleniyor, ki fragmanın biraz Titanic’i biraz da Pearl Harbor’ı andırması tesadüf olmasa gerek. Afişte de Pearl Harbor etkisi olduğu söylenebilir.


Pearl Harbor demişken; 2. Dünya Savaşı hakkındaki her 100 amerikan filminin 90′ında Japonların Pearl Harbor’a yaptığı baskına mutlaka değinildiği malumdur. Yani ABD’nin Japonya’ya durduk yerde saldırmadığı, kendini savunmak zorunda kaldığı mesajı Amerikan filmlerinde atlanmaz. Bizim 1941 Türkiye’sinde geçen filmimizin de çok alakasız bir yerinde “Japonlar Pearl Harbor’a saldırmış” muhabbeti geçiyor. Galiba Yılmaz Erdoğan filmin Oscar adayı olmasına da ihtimal vermiş ve eğer film o şansı yakalarsa Pearl Harbor mesajı üzerinden Akademi üyelerine de “Bakın size çok uzak değiliz” mesajını vermeyi planlıyor.

Filmin esas aldığı öykü gerçekte çok acıklı. Salt belgeseli çekilse insan gözyaşı içinde kalır zaten. Yaşanmış bir olay da olsa filmin tadını kaçırmamak adına ayrıntıya girmeyeceğim. Söz konusu iki Zonguldaklı şairin hayatı, bu film olsa da olmasa da gerçekten okunmalık, öğrenmelik.

Rüştü OnurRüştü Onur

Muzaffer Tayyip UsluMuzaffer Tayyip Uslu

Gelelim filmin yapımcısı, senaristi ve yönetmeni olan Yılmaz Erdoğan’ın filme bizzat kattıklarına.

Valinin kızı (ve belediye başkanının kızı)(o dönemde belediye başkanlığını valiler yapıyordu) karakterini gerçek olayların içine hatta odağına yerleştirerek Yılmaz Erdoğan filmi maalesef kelebeğin rüyasına kelebek kondurmuş gibi bir hale getirmiş. Eklediği bu karakter hem hikayenin bütünlüğünü bozuyor, odağını kaydırıp çift odaklı, dağınık bir hale getiriyor ve seyircide boş çıkacak beklentiler yaratıyor hem de gerçek hayattan ilhamlanan kısmının dramatik özelliğini büyük oranda öldürüyor.

Karakter olarak valinin kızının eğreti durması bir yana lise öğrencisi yaşındaki kız rolüne Yılmaz Erdoğan’ın 30 yaşındaki eşi Belçim Bilgin’i uygun görmüş olması ve Belçim Bilgin’in oyunculuğunun gerçekten kötü olması filmi izleyen herkesin gözüne batan hususlar.

“Madem param var, yapımcı, senarist ve yönetmen diye adımı ayrı ayrı 10 kere yazarım, güzelliği en çok vurgulanan rolde karımı oynatırım, kendimi de en karizmatik role koyarım” düşüncesiyle olsa gerek, Yılmaz Erdoğan filmde karşımıza Zonguldaklı iki şairden birinin edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil olarak çıkıyor.

Rüştü Onur-Mert Fırat ve Muzaffer Tayyip Uslu-Kıvanç Tatlıtuğ eşleşmelerinin aksine kendini koyduğu rol gerçekle tamamen uyumsuz. Kendisi görünüş olarak Behçet Necatigil’e hiç benzememenin yanısıra yaş konusunda da çok fena bir “yorum” yapmış. Behçet Necatigil’i 20 yıl yaşlandırmış.

Behçet NecatigilBehçet Necatigil

Behçet Necatigil’in Zonguldak’ta edebiyat öğretmenliği yaptığı yıl öğrencisi olan Muzaffer Tayyip Uslu 19 yaşında, Rüştü Onur 22 yaşında idi. O yıl Behçet Necatigil de 25 yaşında idi. Yani bu üçlü yaşları 19, 22 ve 25 olan üç şair arkadaştı. Onların sohbetleri sırasında Behçet Necatigil’i babası ziyaretlerine gelseydi belki o zaman aralarına filmdeki gibi bir “büyük” karışmış olurdu.

Tabii ki hiçbir senarist film yaparken gerçeklere sadık kalmak zorunda değildir. Eğer söz konusu olan bir belgesel değilse senarist istediği karakteri ekler, istediğini çıkarır, istediğini değiştirir. Fakat Yılmaz Erdoğan’ın müdahalelerinin hepsinin kendi egosuna hitap ediyor olması düşündürücü.

Yine Yılmaz Erdoğan’ın tercihi olan, ufak rolü bir karaktere değinmek istiyorum: Kürşat

CHP’nin tek parti olduğu dönemde valinin kızıyla arkadaşlık eden, sevgi ve sanat düşmanı liseli karakterin adı Kürşat’tır. Fakat şurası kesin ki 1941 yılında 17 yaşlarında bir gencin adının Kürşat olması mümkün değildir.

Kürşat isminin kaynağı eski Çin vesikalarında Chieh-she-shuai adıyla geçen bir generaldir. Çin kaynaklarında bu şekilde geçen ismin Türkçe Kür Şad isminin Çince yazılışı olduğunu iddia eden ilk yazılı eser, Sabahattin Ali’nin 1936 yılında (filmde de görüleceği üzere o dönem kendini “Milliyetçi” diye nitelendiren) Varlık dergisinde yayınlanan Esirler adlı piyesidir.

Esirler - 1936Esirler - 1936

Sabahattin Ali’ye bu tarihi kişilik hakkında bilgi vermiş olan Nihal Atsız bu piyesi beğenmemiş ve kendisi Bozkurtların Ölümü adlı romanında bu tarihi kişiliği, kendi analizi olan isimle tekrar ele almıştır. Roman da 1946 yılında basılmıştır. Her halükarda 1941 yılında Kürşat adında liseli bir öğrencinin var olması mümkün değildir.

Bozkurtlar Diriliyor - 1946Bozkurtlar Diriliyor - 1946

Yılmaz Erdoğan’ın Kürşat ismine yaklaşımı dikkat çekicidir. Siyasi tandansı nedeniyle Yılmaz Erdoğan’ın ülkücülükle özdeşleştirilmiş bir ismi sevmemesi doğaldır. Tıpkı bir ülkücünün Devrim ismini sevmeyebileceği gibi. Bu nefretini sanat eserlerine dayanaksızca yansıtmanın ne kadar etik olduğu da tartışılabilir. Fakat asıl ilginç olan Yılmaz Erdoğan’ın Kürşat isminde ülkücülüğü bir türlü tutturamamış olmasıdır.

Yılmaz Erdoğan’ın yıllar önce kaleme aldığı Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü adlı oyunda da “Kürşat dayı” karakteri vardır. Asıl karakterin dayısı olan Kürşat tam bir milli görüşçüdür. Oyun boyunca milli görüşten milliyetçiliğe sapan tek bir repliği yoktur. Kenan Evren’in bir sağcı bir solcu idam ederek “eşitlik” dağıttığı yıllarda Kürşat dayının milletvekili seçilip ihya olması da bu konudaki en önemli ayırıcıdır.

Kürşat dayıKürşat dayı

Tiyatro oyununda milli görüşçülükle özdeşleştirdiği Kürşat ismini bu filmde de CHP tek particiliği ile özdeşleştirmesi Yılmaz Erdoğan’ın ülkücülükten hiç eserinde doğrudan bahsetmediği halde ülkücülüğe olan bakış açısını da göstermektedir. Bu yönüyle bu seçimin çok da rastgele bir seçim olmadığı söylenebilir.

Velhasılkelam, Yılmaz Erdoğan tam da “istediği” gibi bir film yapmıştır. Kıskanmayalım lütfen.
Bozkurtların Ölümü - 1946Bozkurtların Ölümü - 1946

Hiç yorum yok: