A Separation (جدایی نادر از سیمین)

Filmde 11 yasında kız olarak (Termeh) olarak izlediğimiz oyuncu 1992 doğumludur. Ve film 2011 yapımı. "Bu kız 11 yasında mı?" diye soranlar sonuna kadar haklılar yani.

Söz konusu oyuncu, filmin yapımcı-yönetmen-senaristi olan Asgar Ferhadi'nin kendi kızıdır zaten.

Gelelim alt metinlere:

Filmin başında fotokopisi çekilen nüfus cüzdanlarından ikisi yönetmenin 2006 yapımı filminde (Caharşanbe Sûri [Çarşamba Havai Fişekleri]) boşanan çifte ait. Diğer ikisi de filmde boşanmakta olan çifte ait. Yani orası aile mahkemesinin fotokopisi odasıdır. iki filmin hikayesi de eşzamanlıdır.

Çiftin ayrılık kavgası çok manidar. Kadın ülkedeki koşulların (ki telaffuz ettiği kelime şerait) iyi olmadığını düşünmektedir. Kocası ise babasını terk edemeyeceği için o koşullar altında yaşamaya devam etmeleri gerektiğini düşünmektedir.

Bu ikilem aslında yönetmenin kendi ikilemi. yönetmen yurtdışında yaşamak zorunda kalan bazı İranlı yönetmenler lehine konuştuğu, İran'ın onları geri kabul etmesini söylemiş olduğu için İran devletiyle bazı sorunlar yaşamış bir yönetmendir. Öte yandan kendisi de her şeye rağmen filmlerini İran'da yapmaya devam etmektedir çünkü "kok"u oradadır. Hatta "o koşullarda film yapmak zor olmuyor mu?" sorusuna şöyle cevap vermiştir:

- Bu soruyu sormak çölde yaşayan birine o sıcağa nasıl dayanabildiğini sormaya benziyor.

Yani İranlı aydınların bir kısmı daha iyi koşullar için ülke dışına çıkmışken ve baskıdan kurtulmak sayesinde başarılarını perçinlemişken Asgar Ferhadi gibileri de her şeye rağmen koşullara uyum sağlayıp babasını bırakmamaktadır. Boşanan çiftin ikilemi İran aydınının kendi ikilemidir.

Ayrıca Simin'in piyano sahibi olması ondaki batılılığı göstermektedir. Hatta zemin katın üstünü 1. kat sayması bile aslında Avrupa standardıdır.

Diğer taraftan kocası Nadir hafiften Fars milliyetçisidir. Kızına İngilizce kelimelerin Farsça karşılıklarını çalıştırırken "teminat" kelimesini Arapça sayması, "Farsça değildir" demesi ve onun yerine safi Farsça bir kelime söylemesi onun "babası"nı bırakmama metaforunun bir başka göstergesidir.

--- spoiler ---
Filmin devamında taşımacılarla tartıştıktan sonraki çok belli belirsiz bir sahne filmin kilit sorularından birinin cevabıdır: Nadir'in çantasındaki parayı alan Simin'dir. Nadir babasını traş ederken o malum odaya girmiş, çantadan parayı alıp taşımacılara vermiş ve çantayı yerine geri koymuştur. Buna sonra tekrar değineceğiz çünkü kilit bir mesele.

Sonrasında yardımcı kadının performansını izliyoruz. Yönetmen oyuncunun dini bütün bir Şii havasına girebilmesi için kadına filmden önceki birkaç ay boyunca 5 vakit namaz kılması, namahrem hiçbir erkeğe temas etmemesi ve bunun gibi tüm kaidelere uygun bir yaşam sürmesi talimatını vermiştir. Kadın aylarca öyle yaşadıktan sonra filmde o ruhu gerçekten yaşamaktadır. Çekimlerden sonra kadıncağız normal yaşam tarzına devam etmiş tabi.

Bir ufak ayrıntı daha: Filmde yardımcı kadın "Şehitlerim üzerine yemin ederim" derken savaş şehitlerini kast etmemektedir. Kerbela şehitlerini kast etmektedir. Bir Şii için bu yemin yeminlerin açık ara farkla en büyüğüdür. Ağır bir yemindir.

Oradan hastane sahnesine geçelim. Filmde "yenge" diye bahsedilen kadın (ki teknik olarak yardımcı kadının yengesi değil `görümce`sidir) burada kilit unsur. Asabi kocanın başta nadir'le hiçbir husumeti yoktur, karısını tanıdığını bile bilmemektedir.

Yardımcı kadın Raziye'nin de onlara bir husumeti olamaz çünkü çocuğun düşme sebebini kendisi bilmektedir ama hastanedeki kavga onun yokluğunda gerçekleşmiştir.

"Bebeğini öldürdünüz" diyerek husumeti başlatan görümcedir. Üstelik filmin sonunda öğreniyoruz ki aslında görümce de bebeğin araba çarptığı için düştüğünü bilmektedir. amacı üst sınıf aileyi kardeşine tazminat ödemek zorunda bırakmaktır. Zaten üst sınıf aile Raziye'nin kocasının iznini de almadıkları için mahçup durumdadırlar. Görümce bu fırsattan yararlanıp kardeşini kışkırtır.

Araba kazasını kocasına söyleyemeyen Raziye de kendini bu husumete dahil bulur. Aslında onun kızgınlığının nedeni parasını alamamış ve hırsızlıkla suçlanmış olmasıdır.

Gelelim hırsızlık meselesine. Parayı çantadan alan Simin'dir. Buna rağmen film boyunca parayı kimin aldığı ortaya çıkmaz çünkü bu mesele hiç Simin'in önünde tartışılmamıştır. Raziye'ye olan her şeyi simin'e anlatan ve onları hastaneye getirtip ortalığı iyice fişekleyen görümce (evet adamlar iyi-kötü ayrımı yapmadan film çekmeye çalışmışlar ve ben görümceyi direkt kötü ilan ettim) Simin'e çalınan paradan hiç bahsetmemiştir. Nadir zaten Raziye'ye karşı o sebeple kin beslemediği için bunu Nadir de Simin'e hiç söylememiştir.

Peki ortalığı kızıştıran görümce neden Raziye'nin haksız bir suçlamaya muhatap olduğunu da söyleyip ortalığı daha da kızıştırmamıştır? Belli ki Raziye "Çalmadım" dese de görümce parayı onun çalmış olduğuna ihtimal vermektedir. Raziye'nin yalan söylemeyeceğine kalpten inansa mutlaka bu hususu da gündeme getirirdi. Başta olmasa bile bir yerlerde Simin'in kulağına Nadir'in bu "iftira"sını da çalardı.

İşin ilginci Raziye'nin 14 yıllık görümcesi Raziye'nin hırsızlık yapıp inkar etmiş olmasına ihtimal verirken Raziye'yi sadece 3 kere görmüş olan Nadir onun yalan yere yemin etmeyeceğine tamamen bel bağlayıp "Yemin etsin tüm tazminatı vereceğim" diyebilmektedir. Ve nadir haklı çıkar çünkü Raziye yalan yere yemin edecek biri değildir.

Yine de görümceyi safi kötü karakter yapmayalım tabi. Raziye'nin para kazanmak için de olsa kocasına yalan söylediğini bizzat görmüş hatta onunla işbirliği yapmıştır. Raziye'nin yalan söylemesine ihtimal vermesi ve hırsızlık ithamını Simin'e aktarmaması bundan olabilir.

Asabi kocanın davasına karşı duruşları Nadir ile Simin hakkındaki ipucunu tekrar vermektedir:

Nadir, “koşullar” ne olursa olsun kaçmayarak mücadele etmektedir. Simin ise önemli olanın yaşam koşulları (mesela kızının okulda tehdit edilmemesi) öldüğünü düşünmekte ve bu mücadeleyi anlamsız bulmaktadır. Temelde boşanmalarına yol açan ikilemin aynısı.

Peki arabanın camını kim kırdı? Tabi ki asabi koca. Asabi koca bebeğin düşmesinde Nadir'in suçu olmadığını öğrenmiştir ama yine de evine çağırdığı alacaklılarına mahçup olmaya kadarki süreçten genel olarak Nadir'i sorumlu tutmaktadır çünkü karısı, Nadir'in babasını korumaya çalışırken çocuğu düşürmüştür. Oysa Nadir bunu bilmemektedir ve muhtemelen asla bilmeyecektir. Nadir'in Raziye'yi yemine çağırmasının nedeni sadece kendinin suçlu olmadığından emin olmasıdır.

Yemin konusunda önemli bir ayrıntı da Nadir'in yemine kızını da çağırtmasıdır. Nadir ile kızı arasındaki ilişki de ikilemin bir diğer yansıması.

Nadir kızına "ilkeli" olmayı ve koşullar her ne olursa olsun "yerinde kalmayı" öğretir. Benzinciden bahşişi geri aldırması başta cimrilik gibi görünebilir ama para üstünü kızına bırakması aslında amacının kızına kolay pes etmemeyi öğretmek olduğunu göstermektedir.

Aynı şekilde, Simin evi terk etmişken, yardımcı Raziye'yi de kendi eliyle kovduktan sonra babasını kendi eliyle yıkamak zorunda kaldığında (tek başına kaldığı için) babasının omzuna yaslanıp ağlamaktadır ama o halde bile asla Simin'e karşı geri adam atmamaktadır çünkü o hale düşmüş olmak bile onun için ilkelerinden taviz vermek kadar aşağılayıcı değildir.

Gelelim final sahnesine:

"Kızın kararını öğrenemedik" fikrine katılmıyorum. Kızın kararını bal gibi öğrendik.

Kız ya babasını seçecek yani içinde bulunduğu olumsuz koşullara rağmen babasını terk etmeyecektir (Tıpkı babası gibi, İranlı sanatçılar gibi) ya da annesini seçecek ve kendini yorucu mücadeleden kurtarıp tamamen kendini geliştirmeye verecektir. Tıpkı İran dışındaki İranlı sanatçılar gibi.

Peki kızın kararını hakime söylemesi 10 dakika sürer mi? Filmde izliyoruz. Baba ve anne orada dakikalarca oturuyor. Kız o süre içinde ya kararını hakime söylemiş olurdu ya da hakim kızı mahkeme salonundan kovmuş olurdu.

Anlatılmak istenen şu: İran aydınının bu ikilemi hala sürüyor ve Asgar Ferhadı hala babasının yanında.

Kelebeğin Rüyası

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi Kelebeğin Rüyası gösterime girdiğinden bu yana beklediği ilgiyi görmese de eleştirmenlerin gündemine oturdu. Bu filmden bahsedeceğim ama merak etmeyin, filmdeki sürprizleri bozmayacağım.

Filmin iddialı bir yapım olduğu kesin. Yılmaz Erdoğan teknik yapımda hiçbir masraftan kaçınmamış olmalı ki filmde dönem filmi olarak o zamanın binalarını, kıyafetlerini, görselliğini mükemmel vermişler.

Arkaplan müziğini de muhtemelen Hollywood’da yaptırmış; ki o müzik de filme epey bir akıcılık getiriyor. Ayrıca fragman, kurgu vs. pek çok işlemin Hollywood’da yapıldığı söyleniyor, ki fragmanın biraz Titanic’i biraz da Pearl Harbor’ı andırması tesadüf olmasa gerek. Afişte de Pearl Harbor etkisi olduğu söylenebilir.


Pearl Harbor demişken; 2. Dünya Savaşı hakkındaki her 100 amerikan filminin 90′ında Japonların Pearl Harbor’a yaptığı baskına mutlaka değinildiği malumdur. Yani ABD’nin Japonya’ya durduk yerde saldırmadığı, kendini savunmak zorunda kaldığı mesajı Amerikan filmlerinde atlanmaz. Bizim 1941 Türkiye’sinde geçen filmimizin de çok alakasız bir yerinde “Japonlar Pearl Harbor’a saldırmış” muhabbeti geçiyor. Galiba Yılmaz Erdoğan filmin Oscar adayı olmasına da ihtimal vermiş ve eğer film o şansı yakalarsa Pearl Harbor mesajı üzerinden Akademi üyelerine de “Bakın size çok uzak değiliz” mesajını vermeyi planlıyor.

Filmin esas aldığı öykü gerçekte çok acıklı. Salt belgeseli çekilse insan gözyaşı içinde kalır zaten. Yaşanmış bir olay da olsa filmin tadını kaçırmamak adına ayrıntıya girmeyeceğim. Söz konusu iki Zonguldaklı şairin hayatı, bu film olsa da olmasa da gerçekten okunmalık, öğrenmelik.

Rüştü OnurRüştü Onur

Muzaffer Tayyip UsluMuzaffer Tayyip Uslu

Gelelim filmin yapımcısı, senaristi ve yönetmeni olan Yılmaz Erdoğan’ın filme bizzat kattıklarına.

Valinin kızı (ve belediye başkanının kızı)(o dönemde belediye başkanlığını valiler yapıyordu) karakterini gerçek olayların içine hatta odağına yerleştirerek Yılmaz Erdoğan filmi maalesef kelebeğin rüyasına kelebek kondurmuş gibi bir hale getirmiş. Eklediği bu karakter hem hikayenin bütünlüğünü bozuyor, odağını kaydırıp çift odaklı, dağınık bir hale getiriyor ve seyircide boş çıkacak beklentiler yaratıyor hem de gerçek hayattan ilhamlanan kısmının dramatik özelliğini büyük oranda öldürüyor.

Karakter olarak valinin kızının eğreti durması bir yana lise öğrencisi yaşındaki kız rolüne Yılmaz Erdoğan’ın 30 yaşındaki eşi Belçim Bilgin’i uygun görmüş olması ve Belçim Bilgin’in oyunculuğunun gerçekten kötü olması filmi izleyen herkesin gözüne batan hususlar.

“Madem param var, yapımcı, senarist ve yönetmen diye adımı ayrı ayrı 10 kere yazarım, güzelliği en çok vurgulanan rolde karımı oynatırım, kendimi de en karizmatik role koyarım” düşüncesiyle olsa gerek, Yılmaz Erdoğan filmde karşımıza Zonguldaklı iki şairden birinin edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil olarak çıkıyor.

Rüştü Onur-Mert Fırat ve Muzaffer Tayyip Uslu-Kıvanç Tatlıtuğ eşleşmelerinin aksine kendini koyduğu rol gerçekle tamamen uyumsuz. Kendisi görünüş olarak Behçet Necatigil’e hiç benzememenin yanısıra yaş konusunda da çok fena bir “yorum” yapmış. Behçet Necatigil’i 20 yıl yaşlandırmış.

Behçet NecatigilBehçet Necatigil

Behçet Necatigil’in Zonguldak’ta edebiyat öğretmenliği yaptığı yıl öğrencisi olan Muzaffer Tayyip Uslu 19 yaşında, Rüştü Onur 22 yaşında idi. O yıl Behçet Necatigil de 25 yaşında idi. Yani bu üçlü yaşları 19, 22 ve 25 olan üç şair arkadaştı. Onların sohbetleri sırasında Behçet Necatigil’i babası ziyaretlerine gelseydi belki o zaman aralarına filmdeki gibi bir “büyük” karışmış olurdu.

Tabii ki hiçbir senarist film yaparken gerçeklere sadık kalmak zorunda değildir. Eğer söz konusu olan bir belgesel değilse senarist istediği karakteri ekler, istediğini çıkarır, istediğini değiştirir. Fakat Yılmaz Erdoğan’ın müdahalelerinin hepsinin kendi egosuna hitap ediyor olması düşündürücü.

Yine Yılmaz Erdoğan’ın tercihi olan, ufak rolü bir karaktere değinmek istiyorum: Kürşat

CHP’nin tek parti olduğu dönemde valinin kızıyla arkadaşlık eden, sevgi ve sanat düşmanı liseli karakterin adı Kürşat’tır. Fakat şurası kesin ki 1941 yılında 17 yaşlarında bir gencin adının Kürşat olması mümkün değildir.

Kürşat isminin kaynağı eski Çin vesikalarında Chieh-she-shuai adıyla geçen bir generaldir. Çin kaynaklarında bu şekilde geçen ismin Türkçe Kür Şad isminin Çince yazılışı olduğunu iddia eden ilk yazılı eser, Sabahattin Ali’nin 1936 yılında (filmde de görüleceği üzere o dönem kendini “Milliyetçi” diye nitelendiren) Varlık dergisinde yayınlanan Esirler adlı piyesidir.

Esirler - 1936Esirler - 1936

Sabahattin Ali’ye bu tarihi kişilik hakkında bilgi vermiş olan Nihal Atsız bu piyesi beğenmemiş ve kendisi Bozkurtların Ölümü adlı romanında bu tarihi kişiliği, kendi analizi olan isimle tekrar ele almıştır. Roman da 1946 yılında basılmıştır. Her halükarda 1941 yılında Kürşat adında liseli bir öğrencinin var olması mümkün değildir.

Bozkurtlar Diriliyor - 1946Bozkurtlar Diriliyor - 1946

Yılmaz Erdoğan’ın Kürşat ismine yaklaşımı dikkat çekicidir. Siyasi tandansı nedeniyle Yılmaz Erdoğan’ın ülkücülükle özdeşleştirilmiş bir ismi sevmemesi doğaldır. Tıpkı bir ülkücünün Devrim ismini sevmeyebileceği gibi. Bu nefretini sanat eserlerine dayanaksızca yansıtmanın ne kadar etik olduğu da tartışılabilir. Fakat asıl ilginç olan Yılmaz Erdoğan’ın Kürşat isminde ülkücülüğü bir türlü tutturamamış olmasıdır.

Yılmaz Erdoğan’ın yıllar önce kaleme aldığı Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü adlı oyunda da “Kürşat dayı” karakteri vardır. Asıl karakterin dayısı olan Kürşat tam bir milli görüşçüdür. Oyun boyunca milli görüşten milliyetçiliğe sapan tek bir repliği yoktur. Kenan Evren’in bir sağcı bir solcu idam ederek “eşitlik” dağıttığı yıllarda Kürşat dayının milletvekili seçilip ihya olması da bu konudaki en önemli ayırıcıdır.

Kürşat dayıKürşat dayı

Tiyatro oyununda milli görüşçülükle özdeşleştirdiği Kürşat ismini bu filmde de CHP tek particiliği ile özdeşleştirmesi Yılmaz Erdoğan’ın ülkücülükten hiç eserinde doğrudan bahsetmediği halde ülkücülüğe olan bakış açısını da göstermektedir. Bu yönüyle bu seçimin çok da rastgele bir seçim olmadığı söylenebilir.

Velhasılkelam, Yılmaz Erdoğan tam da “istediği” gibi bir film yapmıştır. Kıskanmayalım lütfen.
Bozkurtların Ölümü - 1946Bozkurtların Ölümü - 1946

The Theory Of Everything

İber Yarımadası'nın Orta Çağ şiirleri.
imdb78
2014

* Yılın biyografisi olabilir diye heyecanla ilzmeye başladığım, Steve Jobs'ın biyografisinden daha fazla hayal kırıklığına uğradığım film:
Steve Jobs'ın biyografisi

* Bir bilim adamının belgeseli mi yoksa hiç bilmediğimiz magazinsel hayatı mı anlamadım.





- Merhaba.
- Merhaba.
- Bilim?
- Sanat.
- İngilizce.
- Fransızca ve İspanyolca, hangi bilim dalı?
- Kozmolog, kozmologum.
- O nedir?
- Zeki ateistler için bir tarz din, sen?
- İber Yarımadası'nın Orta Çağ şiirleri. Din İ.K.K.
İngiltere Katolik Kilisesi...


* Filmin en etkileyici sahnesi Hawking'in Profesörü onu motive etmek için soktuğu üniversite laboratuvarı:
"Burası J.J. Thomson'ın elektronu keşfettiğive Rutherford'un atomu parçaladığı yer."



* Film bir biografi `fecaat`ı olması hiç bir şekilde `Eddie Redmayne`'nin en az `Daniel Day Lewis`'in `My Left Foot`  biyografik filmindeki performansı kadar etkileyici bir performans gösterdiği gerçeğini değiştirmez.

* Film Stephen Hawking'ten çok eşi Jane'in biyografisi gibi duruyordu. Çünkü filmin en önemli keşfi ve hikayesi Stephen Hawking'in eşi, her ne kadar Tanrı'nın olmadığı konusunda zilyon kere kocasının konuşmasını dinlemese de, inancı bütün bir kadın. Her şeye rağmen, önce bir rahibi hayatlarına katıyor, hatta ailenin merkezine yerleştiriyor ve onun fiziki desteğini de alarak yaşamlarını idame etmeye başlıyorlar. Çünkü kafasında dindar ve çocuklarına kol kanat gerebilecek bir baba modeli var. Hatta, Hawking'in üçüncü çocuğu olduğunda şüpheleri o kadar üzerlerine çekmişler ki, acaba çocuk rahipten mi şüphesi Hawking'in ailesinin kafasını falan kurcalamaya başlıyor. Bu şüpheler evlilikleri çatırdatıyor, Hawking'in hemşiresi ile aşna fişnaya başlayınca film kopuyor ve ayrılıyorlar. Ve en önemlisi, Hawking'in eşi gidiyor o rahiple evleniyor ve Ateist bir bilim insanı çocuklarına bir rahibin babalık yapmasına izin veriyor.
- Benim meşhur Tanrı Tersini gösterir modelime en iyi örneklerden biri -

Türkiye'de düşünün, paradikmik bir laik, böyle Hacettepeli, ODTÜ'lü, Boğaziçi Üniversiteli falan, eşi ise dindar. Evlenmeleriyle eşi takiyye falan yapıyor, sonra tekrar dindar hayatına geçmeye karar veriyor ve kara çarşafa girip bir hacı hocanın üçüncü eşi oluyor. Çocukları da kuran kursuna gönderiyorlar. Münkün değil güzelim, mümkün değil. (Yalnız Değilsin - Danimarkalı Gelin tadında bir film... Bir ara islami propaganda filmleri çekiyorlardı, onlardan birini düşünün...)

Yapımcıları ve senaristleri bu etkilemiş olmalı ki bunu çekmişler. Film bunun dışında Stephen Hawking'in hiç bir teorisini anlatmadığı ve bize vemediği için, çok da beğenmedim.



Nightcrawler

Nightcrawler
2014
imdb80

* Yılın Medya Eleştirisi
Filmdeki aşağıda yazılan replik filmin türünü ve tümünü anlatır nitelikte:
- Bu görüntülerin ne kadarını gösterebiliriz?
- Yasal olarak mı?
- Yok ahlaki olarak, tabi ki yasal olarak!






* Filmde en büyük handikap, Rene Russo ablamızın o gece o tehditi yiyip yemediğini yönetmen tarafından cesurca çekilebilecek bir sevişme sahnesi yerine, sosyopat üstadımızın filmin ilerleyen dakikalarında, "artık dışarıda yaptıklarımızı senin evinde de yapmak istiyorum" diyaloğu ile vermesi bence. Bu üçlüden hangi faktör bu konuda geri atmalarına neden olduğunu bilmeden yazıyorum, lakin Rene Russo'nun daha önce fora olması, Jake Gyllenhaal'ın oyunculuk disiplinini göz önünde bulundurduğumuzda, büyük ihtimalle yönetmenin bunu böyle kotarmak istemiş ve bu çekimden korkmuştur. 



* Özel televizyonlar sadece Amerika da değil, Kuzey Kore ve Suudi Arabistan gibi istisnai ülkeler dışında çoğu ülkede buna yakın bir yozlaşmayı barındırmakta.
Akdeniz'in kuzey kıyılarını oluşturan avrupa ülkelerinin ne kadar kötü yönetildiklerini de hükümet prangadalarnın devlet televizyonlarından yapılmasından direk anlaşılmıyor mu... Bu devlet televizyonları gerek vizyon sahibi insanlara kapılarını açmadığından farklı durumda değiller ülkelerindeki yozlaşmış özel televiyonlardan.



Kalkınmış ülkeler bu durumdan nasıl kurtulduklarına dair iki örnek var: 
1 - Ya ingilizler gibi bağımsız bir kamu televizyonu BBC böyle belgeselcilere, sivil toplum örgütü gibi çalışan yapımcılara kapılarını açacak ve Hükümet'in tüm dizginlerinden kurtaracak bir TV olacak.
2 - Ya da ciddiyetin büyük firmalarca finanse edildiği, reklam pastasının disiplin ettiği Amerika'daki gibi bir sistem oluşacak.
Yoksa işler böyle sarpa sarar, ve acun kafasındaki adamlar daha çok medya patronu olurlar.

* Bir sosyopat'ın legal olarak yapabileceği sektör  medya sektörü olduğunu anladığımız film.

* Jake Gyllenhaal, çok iyi bir sayko karakter çıkarmış. Psikopat tiplerin oyunculuk olarak iyi çıkarılmasını seyirci ve sanatseverler seviyor. Cem Yılmaz'ın organize işler de belki de bu yüzden kasmış, böyle bir rol teklif edinlince, yazarın düşündüğünün önüne geçen bir oyunculuk sergilemiştir. Robert De Nero'nun çok sevdiği ve hatta senaryoları yazılırsa, şu şu ünlü suçlularını biyografilerinde de oynarım diyerek yem attığı
bir roldür bu. Seveni çok sever... En poker suratlısından (Psycho'daki Anthony Perkins) en kanlısına (Rezervuar Köpeklerindeki Michael Madson), en avamından (Robert De Nero - Taxy Driver ya da Cape Fear 'Korku Burnu'), entellektüel bir psikopat olan Anthoni Hopkins'in oynadığı Hannibal Lecter karakterine kadar sinema tarihinin unutulmazlarıdır bu caniler. Ve oyunculuğunu farklı çıkaranları unutmaz, sinema.

Jake Gyllenhaal'de karakteri için büyük bir çalışma yapmış, konuşma şekli, hiç gözünü kırmadan
(mecazi demiyorum karakteri için böyle bir şey denemiş ve film boyunca hiç gözlerini kırpmamış) tehditler savurması, film için zayıflaması, repliklerini tiyatroda uzun uzun çalışması, etüt etmesi...

* Payko, Sosopat, Cani sevenler için sinematografilerine ekleyebilecekleri, farklı konusu olmasıntan ötürü zevk alabilecekleri bir film.


Frances Ha

Frances Ha 2012
imdb74

* Yılın Kadın Filmi

* Bağımsız Sinemanın güzel bir örneği.

* New York'un Bohem, Hipster ve Orta sınıf sanatçıları ve sanat seveleri arasındaki çatışmalarını iyi vermiş film, espriler Woody Allen tadında, çekimler de keza.

* Siyah beyaz ama olabildiği renkli bir film.

* Bir taşralı, orta sınıf ekonomiye sahip şapşal bir kızın dans ederek, sana baş kendi New York'a tutunma mücadelesi.

= Julie Delpy'nin senaryolarını yazdığı ya da Woody Allen kadın karakterlerinin baş rol olduğu filmlerdeki mizah var filmde.


* Bir dostlık filmi, iki kadın arasındaki dostluğun filmi.
Frances Ha, aynı zamanda taşralı bir kızın büyük şehre tutunma mücadelesinin filmi. Bir hayallerinin peşinden giden insan profili.
Frances Ha, sinema tarihinin en naif, şapşal kızı. Yalan söyliyemesi, söylediğinde kuyruğu kısıp dönmesi, aynı evi paylaştığı erkeklerle sıkı fıkı bir yaşam sürse de bunları seksten ari bir şekilde yapmayı başarabilmesi... Hayallerinin kapasitesinin çok çok üstünde olması...

* Dostluk filmlerinin %90'ı neredeyse erkekler arasındadır. İki kadın arasındaki gidip gelen dostluğu anltan film sayısı gerçekten az. Bu bağlamda bir avangart yapım gözüyle ile de bakılabilir. Bir feminist çıkarması tadındaki kovboy filmi statüsüne de sokulmaya çalışan Thelma and Louise gibi hareketli, punch line bir sonu olan bir film de değil. Film bir tutunma ve dostluk filmi olduğu için olağan, duru ve seyirciyi sıkmayan, şaşırtmayan bir final ile sonlanıyor:

Benim de soyadım uzun olduğu için bu tür şeyler yaşadım, filmin bir güzel esprisi de bu sanırsam:






* Filmin en komik sahnesi, tabi ki yakışıklı bir çocukla yediği yemeğin parasını ödemeye kalkması ve buna parasının yetmemesi, koşarak bankamatikten para çekmeye gitmesi. Tüm bunlar yaşanırken "cool" abimizin soğuk esprilerinin hiç birini anlamaması... 




* Filmin gene en naif sahnelerinden biri, hipster olmayan, daha snopların olduğu bir sofrada ona
yöneltilen sorulara düzgün cevap verememesi. Hayalleri büyük olan Frances Ha daha kiralık daire konusunda sorununu çözemediği zamanlarda, arkadaşı ile yaşadıkları ev yaşantısında geleceklerinden dem vururken "paris'te bir evimiz" olacak der. Filmin sonlarına doğru snopların olduğu bir sofrada ona sorarlar:
- Hiç Paris'e gittin mi?
- Hayır, pek sayılmaz. Yani bir kez. Aslında hayır. Yürüyen merdivenlerle tünellerin olduğu şu müzenin adı neydi?
(Filmin başında da buna benzer bir yalan söylemiş ve beni filme bağlamıştı)
- The Pompidou.
- Evet!
İşte o an sofrada başka biri,  "Altıncı bölgede harika bir evleri var." der,  "Küçük, garsoniyer gibi bir yer." Frances Ha bunun özerine şaşkınlığın gizleyemez ve en gereksiz oradaki bir arkadaşının saçma sapan hikayesini anlatır. En sonunda "Paris'e gitmek istediğini" söyler. Adam' da evinlerinde kalabileceğini söyler. Şapşal Frances böylece iki günlüğüne Paris'e gider.

Şehirlerde kendinizi gösterebilmek, hedeflerinizde ilerleyebilmek gerçekten çok güçtür. Sizin bildiğinizi bilen çok insan vardır, sizin yaptığınızı yapabilen çok insan vardır. İşte Frances tüm iyi niyetine rağmen bu başarısızlığı, en yakın dostunun üstün başarısına paralel yaşar. Aşk konusunda da kafası çok karışıktır.
"biriyle birlikte olduğunda, sen onları seversin ve onlar bunun farkındadır, onlar seni sever ve sen de
bunun farkında olursun ama bu bir parti ve diğer insanlarla konuşursun, gülersin, ışık saçarsın odayı araştırır, diğerlerinin gözlerini yakalarsın ama bu sahiplenici olman ya da kusursuz bir cinsellik
yaşaman için değil senin bu hayattaki kişiliğinle alakalı bir durumdur."

The Interview


The Interview
imdb69
2014

* Filmin daha fazla kişinin bilmesi için nükleer tehditlerin olmasını tetikleyen yapımcıya sahip filmdir.

* Sabun köpüğü komedi değildir, bildiğin soğuk içecek, fındık fıstık mısır patlağı filmidir.

* Yoğunluklu olarak Hiciv, ama bunun yanında absürt, aptallık ve fars gibi komedinin bir çok temel türlerini barındarın ortaya karışık bir komedi filmidir.

* Güldük.

* Ağır Spoiler - Amerika'nın bir kere daha kurtulduğunu gördüğümüz filmdir.

* Ünlülerin çok acayip bir destek olduğu filmdir: Eminem "Gay" olduğunu itiraf ediyor...

*  Ben filmin ilk bölümünü çok sevdim, habercilikte iki farklı kulvar olduğunu ve kötü yolda gidenlerin nasıl bir vicdan azabı çektiklerini bir komedyen üzerinden iyi anlatmış.

The Judge

The Judge 2014
imdb75

* Robert Duvall'u ikinci oscar'ına kavuşturacağını düşündüğüm aile dramı.

* 2014 Yılının en iyi aile dramı.

* Baba Oğul izlenmesi gereken filmler.

* Hiç sıkılmadan akıp giden 2014 yılının en iyi mahkeme filmi.

* Mahkeme salonuna gömülmeyen bir dramdır aslında The Judge.
Yan hikayelerinin olduğu ve çözümlendiği, mahkemede değişkenlerin bizi germediği, aslında filmin ana geriliminin baba ile oğul arasında olduğu Mahkeme Filminin dışına taşan bir filmdir.
http://www.kilavuzkarga.blogspot.com.tr/2014/09/baba-ogul-izlenmesi-gereken-filmler.html


Filmin hikayesini ve sinematografisini beğendim, oyunculuklar ise olağan üstü güzeldi. Filmde kasabasına dönerken avukat Robert Downey Jr kardeşimizin cipinden içinden tüm tarlalara doğru yapılan çekim filmin sinematografik harikalarından.

Taşralı ve Şehirli çatışması filmde çok iyi işlenmiş, Robert hayatını mahvettiği ve babasının bundan dolayı onu asla af ettemediği abisinin ondan arada sırada "sorun değil" demesine bile asla izin vermemesi gerçekten insanı filmin sonundaki o iç acıtan repliğe çok iyi hazırlıyor.


Filmin en güzel sahnesi, jüri seçimleri. Kamyonuzun arkasında ne yazıyordan seçiyor jüriyi avukat.
"Karım ve köpeğim kayıp, köpeğimi bulana ödül"

Filmin güzel bir tiradı da var:
"Biliyor musun, ülkenin yüzde 90'ı hayaletlere inanıyor. Yüzde 3'ten azı evrime inanıyor. Yüzde 35'i Homer Simpson'ı ve kurmaca şehrini tanıyabiliyorken yüzde 1'den azı yaratıcılarının adını biliyor. Ama, 12 Amerikan'ı jüriyi oturtup adalet beklediğinde inandığın şeyleri sorguluyorsun. Ama sık sık
doğru kararı veriyorlar."

Filmlede karakter tanırımına çok önem veririm, burada da başarılı, acımasız, şeytanın avukatı Hank Palmer karakteri tuvalette ne mal olduğunu çok iyi gösteriyor. O film boyunca farklı bir cendereden geçecek ve filmin sounda hiç sevmediği, nefret ettiği bir başkasının karakterine dönüşecek. Hank'in bu yolculuğuna çıkmanın mutlak sürükleyiciliğine, mahkeme seven sinemaseverlerin tatmasını tavsiye ediyorum.